Eski Türklerdeki Kalın Geleneği Ne Anlama Geliyor
Kaim ile başlık, Türk aile hukukunun temelini oluşturur. Son zamanlarda hukukçularımız İslâmiyet’teki “mihr” anlayışı üzerinde geniş olarak durmaktadırlar. Filan imam şöyle buyurmuş veya filan müfessir mihrin yorumunu şöyle yapmış demekle, Türk aile hukuku ile töresinin temeline inilemez. 900 yıldır yayla ve köylerde yaşayan Türk köylüsünün, bu görüş ve yorumlardan haberi yoktur. Kadılar da hükümlerini yerli töreleri islâmî ahkama benzeştirerek vermişlerdi. Aslında hem Türklerin kalın anlayışı ve hem de İslamiyet’teki mihr, kadın ve çocukların geleceğini, güven altında tutmak için konmuştur. Üstelik Türklerdeki kaim anlayışı, mihr gibi yalnızca yazı üzerinde kalmamıştır. Aileleri de bu andlaşmaya katarak kadın dışında aile ile erkek ve çocukların da, geleceğim güven altına almıştır. Mihr meselesini, karşılaştırma yolu ile bu maddemizin sonunda ele alacağız. Tarih kaynaklarının pek çoğu Türklerin bu ünlü “kalın” geleneğinden söz açarlar. Türklerdeki kalın geleneğini kısa olarak şöyle tanıtabiliriz:
“Kalın”, oğlan evinden kız ailesine verilen bir aile malıdır. Buna, bugünkü modern anlaşımızla “depozit” de diyebiliriz. Kız evine ödenen kalında yalnızca evlenen oğlanın değil oğlan ailesindeki herkesin bir payı ve dolayısıyle bir miras hakkı da vardır. Bunun içindir ki erkek karısını kovamaz, kadın da kocasını bırakıp kaçamaz. Bu durumda kalın veya depozit yanar; yahut kız ailesinden oğlan ailesine geri vermek gerekir. Böyle karı kocalar, her iki ailenin hatta bütün topluluğun şimşeklerini üzerlerine çekebilirler. Bununla beraber ayrılma, ailelerin anlaşması ile olabilir. Bunun için Türklerin kaim sistemi; mihrden daha sosyal veya içtimaîjhatta daha güven vericidir. Anlaşıldığına göre Türklerin bu kalın geleneği, çok eski çağlarda, “kız kaçırma yolu ile evlenme” dönemlerinde oluşmuştu. Prof. Abdülkadir İnan’a göre Türklerin kalın anlayışının kökleri, kaçırılan kızın babasına verilen, bir “ceza” veya tazminat” olarak doğmuş olmalıydı. Türkler buna “yoJug, yollıg” yani “fidye ve necat” derlerdi. Daha doğrusu kalın başlangıçta, kız kaçıran obadan cezadan kurtulması için karşı tarafa verilen bir mal idi. Bu Türklerin daha çok kabile töresini ilgilendiriyordu. Nitekim aynı şekilde öldürülen bir kişinin kabilesine, katilin bağlı olduğu kabilenin, kendi aralarında para veya mal toplayarak diyet olarak vermesi de zorunlu idi. Başlangıçta kaçırılan kız için veriyen diyet de, böyle olmalıydı. Prof. Abdülkadir înan’m bu görüşü çok yerindedir. Göktürk yazıtlarından beri “yolug” şeklinde geçen ve “fidye ve necat” karşılığı olarak kullanılan bu söz, Türk geleneklerinin en eski törelerini saklayan Yakut Türklerinde “sulu” şeklinde söylenmektedir.
Kırgız ve Başkurt Türkleri ise.kızın ailesine verilen başlığa “kemik satımı” yani (süyek satımı) demektedirler. Çünkü kızın babası oğlan evine bir kız ve can veriyordu. Ayrıca kızın ailesi ile bağlı olduğu, topluluk, bir kişi de kayıp etmiş oluyordu. Türklerde insanın temel maddesi kan değil; kemikti. Bunun için de bazı Türkler kalına “kemik satımı” diyorlardı. Zamanla bu kız gidiş gelişi obalar ile kabilelerden ailelere geçmişti. Anadolu’da da bu andlaşma için ,”mihr” yerine “ata yolluğu, çüatlık” gibi çok güzel deyimler kullanılır. Orta Asya’da da bazı Türkler “mihri” bir giyinme ve hazırlık gibi kabul ederek, kalma “kiyit” yani giyitlik demişlerdir. Bununla beraber kalın Anadolu’da “galıng, gahn, galim” deyişleriyle de hâlâ yaşar .Başlık anlayışı ise her bölgeye göre değişir. Ancak bir gerçek varsa, Türklerde kalın veya mihrin, bir kız satışı olmadığıdır.
Kalının yukarıda tanıttığımız şekilde anlaşılması, uygulamada da bazı değişik tutum ve davranışları ortaya çıkarıyordu. Hunlarda Göktürklerde ve hatta Oğuzlarda görülen “levirat” yani “ölen kardeşlerin kadın ve çocuklarını diğer kardeşlerin kendi nüfusuna almaları” yine Türklerin bu kalın anlayışından doğuyordu. Aslında bu anlayışın temeli insanî bir koruma ile himaye dileğine dayanıyordu, Ancak dula saygı gösteriliyordu. Evlenip, evlenmeme istediğinde dul serbestti. Dulun malı varsa, çocuklar reşid oluncaya kadar, kocasına vekalet ve niyabet ediyordu. Çocuklar reşid olunca büyük oğul başa geçiyordu. Ancak dullar yaygın olarak bazı Türk kavimlerinde koca maundan iki pay alabiliyorlardı. Ölen kardeşlerin karılarım alabilme geleneği, Ulu Yüz Türkleri ile Türkmenlerde hatta Anadolu’da bile gerektiğinde uygulanabiliyordu. Miras hukuku bakımından, bu geleneğin açıklanması ise, şöyle yapılmıştır: Kalını verilen gelin artık koca ailesinin bölünmez bir üyesi ve malı olmuştur. Ayrıca ailedeki kişiler arasında, gelin ve çocuklar üzerinde bir miras hakkı da doğmuştur. Bundan dolayıdır ki, büyük kardeş ölünce, karısı da küçük kardeşe düşmektedir. Gerçi Radlof çağında ancak bazı geri Türk kesimlerinde böyle otomatik bir geçiş vardı. Dingelstedt, Izastrov ve bilhassa Krader gibi araştırıcılar, böyle bir sonuca giderken daha çok her bakımdan geri Moğol kavimlerinin aile hayatlarını örnek olarak tutmuşlardır. Daha kötüsü Batı’daki gelişmiş Türkleri de aynı ölçü ile tanımaya ve tanıtmaya çalıştılar. Onların metod yanlışlığı asıl buradadır. Kendilerine bir örnek verelim: Aile geleneklerinin yansıdığı Cengiz Han devletinde hakan ölünce, çocukları reşid olmayan hatunun naib olarak kocasının tahtına oturduğu görülmüştür. İşin inceliğini anlamayan bazı yazarlarımız ise, bunu “Türklerde kadın hükümdarlar” diye, yanlış bir deyiş ve anlayışla tanıtmışlardır. Halbuki Hunlar, Göktürkler, Oğuzlar, Selçuklu ve Osmanlılar gibi gelişmiş ve devlet geleceğinin billurlaşmış olduğu Türk devletlerinde ise devlet işine böyle bir aile geleneği girememiştir. Hakan ölünce çocukları büyük değilse- kardeşleri veya lâyık olanlar onun yerine geçmiştir. M.Ö. 169 yılında bile levirat, yani kardeş karısı ile çocuklarının korunması, Hunlarda çoktan insanî bir yola girmişti. Kardeş karısı alma Çin’de ayıp ve yasaktır. Bunun için Çin elçisi Hun vezirini ayıplar. Aslı Çinli olan Hun veziri ise elçiye .Çin’de ölenlerin kadın ve çocuklarının kaybolup gittiklerini hatırlatır. Hunların ise akrabaları ile kadın ve çocuklarına çok bağlı olduklarını ve onlardan ayrılamadıklarını söyler. Elçiyi azarlar ve “kafanı işlet” der. Bu vesikaların tam tercümeleri ile açıklamaları bizim “Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi” adlı kitabımızda yer alır. Eski çağlarda, il, boy ve ailece verilen müşterek kalınlar, herhalde toplum, aile ve akrabalık bağlarını çok güçlendirmişti. Ancak hepsi bu değildi.
Orta Asya’daki hayvancı Türkler arasında yapılan araştırmalar, kalın müessesesinin kesin kaidelere bağlandığını gösteriyor. Dul isterse dışarıdan da evlenebilirdi. Ancak eski kocasının kalınını, yeni kocasının geri vermesi gerekiyordu. Kocasının iktidarsızlığı veya herhangi bir eksikliği yüzünden gelin, ayrılmak da isteyebilirdi. Bu, il beylerinin veya köy ak sakallılarının gözü altında ve aileler arasında bir karara bağlanabilirdi. Ancak kalını geri verme, bu anlaşmanın vazgeçilmez bir şartı idi. Bundan da anlaşılıyor ki, kadın bir köle değildi. Ancak her şeyin temeli kalın idi. Bu anlaşmalarda çoğu zaman esneklik ve insanlık duyguları da ağır basıyordu. Krader ise, Doğu’daki iptadî Moğallara ölçenerek Türkler arasmda da çok kesin ve kaba kaideler koymak istemiştir. Bunun için Krader’i okuyanlar bu yanlış görüş açısına dikkat etmelidirler. Türkçe bilmeyen ve Türkleri tanımayan Mongolistler, her zaman aynı yanlışlığı yapmaktadırlar. Çünkü Türklerin tarihleri ile kurdukları devletlerden onların haberleri bile yoktur.
“Kalın bir mihr gibidir”. Kızın babası bu para veya malı, kendi parası gibi ve istediği zaman sarfedemez. Bu arada kızın baba veya kardeşlerine hediye gibi verilen şahsî mal ile parayı ise kalından ayırmak gereklidir. Ölen baba ve kardeşlerin, dul ve yetimlerini kendi üzerine alarak, bakma zorunluğu üzerinde de değişik görüşler ortaya çıkmaktadır. Aslında biz Anadolu Türkleri, bu çok eski Türk geleneğini ne kadar beğenmesek de Anadolu’da hâlâ uygulamaktayız. Benim babamın cenaze namazında, büyük oğul olarak, babamın dul ve yetimlerine bakma ve borçlarım verme konusunda, benden yeminle söz aldılar. Bu sözü almadan imam, cenaze namazını kıldırmaya yanaşmadı. Ankara’dan çok uzak bir kasabadaki bu anlayışı, Medine’deki filan imamın teorisi ile açıklamanın bir gereği yoktur. Türkistan’daki Duşanbe şehrinde, aynı cenaze namazı geleneğini görmüştük.