Miras ve Veraset
Mîrâs meseleleri çok karışık, çağlara, yerlere ve çeşitli dinlerin tesirleriyle, değişen bir konudur. Biz burada Türkler deki miras meselelerine, tabiî hukuk açısından gireceğiz. Türk tarihinin yapısı, gösterdiği veya göstermesi gereken, görüntüleri üzerinde duracağız, tik önce Türk ailesinin oturduğu ana temelleri görmek ve dış tesirlerin Türk ailelerinin derinliklerine ne kadar inebileceklerini göstermek gereklidir. Her şeyden önce, bugün Anadolu’da baba veya dedenin başlığında çalışan, bir ziraatçı veya hayvana bir aileyi düşünelim. Bu örneği, şirket halinde çalışan, modern ailelere de götürebiliriz. Dede veya babanın başlığında, hep birlikte kazanılır, hep birlikte yenir. Ancak hep birlikte kazanılanda veya kapitalda, çalışan herkesin de bir payı ve hissesi Vardır. Baba sağlığında da bu paydan, oğlunu veya kızını evlendirir, sermaye verir, ev kurar. Bunların hepsi çocukların payları ile miras hakkına yazılırlar. Konuyu, böyle ele almak gereklidir. Kadılar da, bu gibi tabiî hukuka göre,, uygulama yaparlardı. Nafaka, vasiyet ve velayet, başka adlarla zaten Türk aile töresinde vardı. Yukarıda “kalın” maddesinde, bu konu üzerinde geniş olarak durmuştuk. Ailede herkesin bir miras hakkı vardır. Bunun için daha ijrî bilinen ve İslâmiyet’in tesirlerinin de az olduğu, cengiz Han devletine gelelim: Devletin hepsi kişi malı gibi, hakanın sayılırdı. Bunun için, hakanın çocuklarına, devlet toprağından, tımar şeklinde paylar (mukataalar) verilirdi. Bu paylarda oğulların olduğu kadar, kızların da hakkı vârchTÂncak bütün devletin, şehzadeler arasında bölündüğü iddiası yanlıştır. Bunu Osmanlı Devleti’ndeki haslar gibi düşünmek gereklidir. Kızlar da evlendikleri zaman, “albatu” denen hisselerini, hattâ insan olarak bile koca evine çeyiz olarak götürebilirlerdi. Gelinle beraber gelen çeyize, “ince” derlerdi. Ayrıca gelin, kayınatası ile kayın anasına “şidkül” denen ağır bir armağan da sunmak zorundaydı. Gelinin çeyizinde mal olduğu kadar, insan da bulunabilirdi. Bunların hepsi, gelinin baba evindeki miras ile payından gelirdi. Bu konuları Vladimirtsov çok derin olarak incelemiştir. Babalar da oğulları için, gelin karşılığı olarak, kalın (mihr) ödüyorlardı. Bu da nişan, yani “belge” denen yazılı bir vesika ile tesbit ediliyordu. Ancak Çingiz Han devleti ile Ulu Yüz Türklerinde aile tarafından ödenen bu kaim veya mibrin babanın mirasından sayılıp sayümadığı, belli değildir. Ancak Ulu Yüz Türklerinde mal durumu iyi olan her baba, oğlu için kalın veya mihr ödemek zorundaydı. Bunun için töre, babayı zorlamak için, bazı haklar da vermiştir. Çingiz Han devletinde ise, babalar oğullarına hayatta iken, “ömci” denen pay ayırıyorlardı. Eğer yazılı bir vesika yoksa, çocuklar ölen babanın maundan, eşit olarak pay alıyorlardı. Eğer çocuklar arasında anlaşmazlık olursa, son kafan da öz anneleri veriyordu. Vladimirtsov’a gör# evlenmeyen çocuklara, babaları hayatta iken pay vermiyorlardı. Anlaşıldığına göre, Türklerde olduğu gibi, baba önce kalın veya mihri verip oğlanı evlendiriyor, ondan sonra da bir pay yererek, ev ve iş güç sahibi yapıyordu. En küçük oğlu ise, dumanını tüttürsün ocağım yaksın diye, evine alıyordu. Baba ölünce de annesi üe birlikte kalıyordu. Anneyi yalnız bırakmıyorlardı.
Evin çevresindeki mal ve kışlak da, küçük oğul üe annesine kalıyordu. İslâmiyet büyük oğula fazla hak ve miras tanımazdı. Ancak tabiatın kucağında yaşayan Türk ailelerinde, bir başa ihtiyaç vardır. Bunun için de Radlof, babaların büyük oğullara, bir baş (senior) olarak fazla hak verdiğini görmüştü. Balliuzek’in Küçük Yüz Türklerinde de gördüğü gibi soydan geçine her türlü rütbe doğuştan (hereditary rank by birth), doğrudan doğruya büyük oğula geçiyordu. Aile ve topluluktaki otoriteyi, o kuruyordu. Gerçi islamiyet’teki eşitlik daha insanî idi. Ancak Türklerdeki de sosyal ve yaşamak için gerekliydi.
Kızların miras hakkı ise, daha eskilerde, çeyizle birlikte koca evine giderdi:
“Çeyiz” maddesinde de göstermeye çalıştığımız gibi, babalar evlerinde, kızlarla oğlanlarını pek ayırd etmiyorlardı. Ancak oğlan evinden gelen kalın veya mihrin kızın götüreceği çeyizden daha az olmamasına dikkat ediliyordu. Birbirlerinden çok uzak kabileler halinde yaşayan Türklerde kızlar babalarından çeyizlerini miras hakkı olarak alıyorlardı. Bir daha da böylece baba malından miras hakları kalmıyordu. Ancak bu kızlardan’ olan çocuklar, dayılarında kalan bu miras haklarını unutmuyorlardı. Bu konular üzerinde diğer maddelerde yeterince durduk. Zamanla bu katı ve disiplinli töreler daha insanîleşiyordu. Kaim veya mihr akidlerindeki aile meclislerine, artık dayılar da geliyorlardı. Prof. Karutz’un da Türkmenlerde geçen yüzyılda gördüğü gibi, çeyiz ile kaim veya mihr akidleri, evlenecek kız ve erkek çocuklara şunları sağlamak için yapılırdı:
1. Çocukların rahat yaşamaları için karşılıklı verme (gegengabe).
2. Evlenen çiftlerin işleri oluna girinceye kadar, onları destekleme.
3.Çeyizi ve kalını, (veya mihri), sermaye desteği olarak kullanma.
4. Böylece babanın destek ve baskısından kurtulmak isteği de vardı. Yuvanın sürekliliği için, her iki tarafın da ellerinde, Türk töresinin kendilerine verdiği kozlar ve mâlî hükümler vardı. Esas temel insanîydi. Krader ise. Türk topluluğunu iptidaî Moğollarla ölçerek, âdeta bir makine gibi otomatikleştirmiştir. Ancak şunu da unutmamak gereklidir ki, Türk ailesinin temelini, örf ve töreye bağlılık ile disiplin oluşturur. Miras düzeninde de, herkese lâyık olduğu payı verir. Baba ölünce örf ve törenin, payın ve hisselerin sözcüsü, anne olur. Velayet ve vesayet, anneye geçer. Bu ise, islâmiyet’te yoktur. Çok küçük veya hasta bir çocuğun, anneden daha iyi bir koruyucusu kim olabilirdi? Batı’daki “büyük çocuğu tercih” , islâmiyet’te yoktur. Baba ölünce, tehlikeler içinde kalmış hayvancı bir ailenin yetişkin bir oğlu olmazsa, durumu ne olurdu? Şimdi de öyle değil mi?